8 Aralık 2008 Pazartesi

11 Kasım 2008 Salı

http://perikmaz.blogspot.com/

http://perikmaz.blogspot.com/
..ruhu dünyaya sığmayanlar için..peri çıkmazı'na...sonsuz ışıklı bir sevgiyle...


canımsın....emeğine,hüneriine yarattığın o muazzam müthiş gzelliğe gerçekten teşekkürler...hata etmişim nasılsa öyle birşey unutkanlık-dikkatsizlik..n'olur bağışla beni...


sana sonsuz ışıklı bir sevgiyle..

7 Kasım 2008 Cuma

6 Kasım 2008 Perşembe

yürek dayanmıyor artık

bu kararan o mavi ışıklı göktür
içimde büyüyen karanlık
sonsuz yeşil bir göldür
karanlığın dolduğu o derin yara
gidersen bir daha uğrama bana
o kapıyı açan hep başkası olacak
sen o kapıya her geldiğinde
gelen sen değil hep bir başka sen olacak



bu sararan o kara çizgili yaşamdan başka bir şey değil
ömürler türküsü biti-bittiyor
üstümde bitmemiş yası kuşların




neşe değil bu uzayan yas töreni
siyah beyaz bir fotoğrafta neşeli değil
sadece güzel
derin ve sonsuz beyazlıkta iyilik
gelirsen bir daha gitme benden
zamanla yalnız beden değil yiten
içimde büyüyen karanlık
yürek dayanmıyor artık





Ayfer Feriha Nujen

yalnız hayat kısalan

ne gök böyle görkemli olan ne de ölüm
bir yana uçurum düşüyor bir yana sesim
kime dokunsam büyüyen acı
ölen çocukluğum oluyor
büyüyen bir şey daha var ama
yaradan başka bir şey değil
şimdi ne desem de yalan
her şey uzuyor yalnız hayat kısalan
yetmiyor bir şey bir başka şeye
ölüm de ucuz artık
ömürler nehirlerden daha hızlı akıyor


Ayfer Feriha Nujen

ölümle örtünmüş cesedi

kısa soluklarımızın ezgisiyle
yas tuttu ölümüne
lav kuyuları gibi seslendi
zamanı yırtan şen kahkahasıyla
en derine
sözden duruk görünürdü böyle
sözden eski bir ağlatıydı belkide
nice susmalardan geçmiş yolu
ölümle örtünmüş cesedi
huzurla seyrediyordu
telaşla kaybolan çocukluğunu



toprağa bakanlara görünüyordu yüzü
kıyısında nicenin beklerken
biliyordu çok daha önceden
anlamayacaktı kimse onu
yaklaşan yaşamın insan kıldığı
milyonlarca yabancı
susmayı ezberliyordu içinden
unutmayı ve kapanmayı
yaradan önce
ölümle örtünmüş cesedi
çok sesli barok dönemi
hep tekrar ederdi
yitirmeyin çocukluğunuzu!




Ayfer Feriha Nujen

13 Temmuz 2008 Pazar

nilgün marmara için...

“Aralarında sadece birkaç yaş olmasına rağmen ona "annelik" yapan, ama anneleri Perihan Hanım'ın içsinler diye verdiği süt dolu bardakları gizlice balkon deliğinden kedilerin önüne boşaltmaktan da geri durmayan ablası Aylin Marmara'yla birlikte Schubert ninnileriyle büyümüştü. 1940'larda İstanbul'a gelen Vidinlili annesiyle, Plevneli babası göçmen talebe birliğinde tanışıp evlenmiş; çok varlıklı o
olmasalar da çocuklarına iyi bir eğitim vermeye gayret etmişlerdi. Bilhassa Perihan Hanım evde zengin bir kütüphane oluşturmaya özen göstermişti. İki kız kardeşin çocukluk yıllarından kalan en güzel hatıraları ise yaz tatillerini geçirdikleri Varna'ya aitti.
İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi o. Ama daha ilk gün karşılaştığı kumaş pantolonlu ülkücü kalabalıktan ürktü ve tekrar sınava girmeye karar verdi. Bir süre yönetici asistanlığı yaptı bir holdingde, sonra Marmaris'e gitti Turban Otel'de çalışmak için. Yaz bittiğinde Boğaziçi'ndeydi. İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne girmişti. Babası Fikri Bey, küçük kızının her gün Kadı
her gün Kadıköy-Bebek arasındaki uzun yol…..”



"BİR RESMİNİZ DE BENDE KALMIŞ"
ARTSHOP YAYINLARI-2008NİSAN
SIDDIK AKBAYIR

odabaşı'na sesler...

aşk hiç biter mi?ben zelda nilgün'e tutulalı bilmem kaç asır oldu..kimseler bilmez ikimizi ,kimseler bilmez..bilmezler kaç gece kaldım mezarı başında sessiz..korkmuyormuş gibi titreyerek..düştüğü yerde deli gibi dolaştığımı ,aradığımın ayak izi olduğunu bilmezler..hakkında ne öğrendiysem dostlarından boş..zelda olsaydı böyle olmazdı..cezmi hocanın evinde bir resmini görmişsün..resim yeter mi hiç!mezarına gel..karşılaşırsak beni yazınsal evlat edinirsin..gerçi benim de ömrüm kısa..dünya çok büyük,dar geliyor bana..sokakta yürüyemiyorum..herkes başka geliyor bana.cinnet mi bu?bunalım?yok hiçbiri değil..benim doğuştan uyumsuzluğum..özenmedim ama,nilgün'e olan sevgimden olsa gerek..
zelda duyarlılığın yırtılan yüzü
gözardı edilmiş bir gerçek!
zelda alınganlığın alınmış ahı
zelda sensiz nasıl dönüyor dünya!
karanlık gündüze yatılı
fikrim sana zelda

zelda mor kanatlı güvercin
deniz dalgasında yiten köpük
zelda kalbimde gizli bir oda
zelda sensiz nasıl soğuyor hava!
gündüzler soluk benizli ve kısa
fikrim sen olup saplamıyor bana

düştün martılar atıyor çığlığını
denizler çıldırıyor sana
intihar sızıyor her çocuğun aklına
ay kahrından gündüzleri çıkmıyor sokağa
düştüğün yere yatıyorum
zelda içime dönüyor gözlerim
saçlarım kısalıyor artıyor sevincim
özlüyorum seni zelda çok özlüyorum
...
...
yazın evlatlığından sonsuz ışıklı zelda'ya benzeyen bir sevgiyle...
ayfer feriha nujen

adı nilgün marmara olan şiir

nedensizdir ölüm
görünen sebepten ziyade
camlar açık kalır
uçuşan tüller tutunur birbirine
dalgalanır marmara
hayat durur
- yürüyen o kafile-
durur yol verir düşüşüne
düşlerine saygısızdı dünya
ölümüne sessiz!
yalnızca düştüğü yer inledi
yer çekimi sebebi meşru kılıp
adını yazdı sonunda gayr-ı meşru an’a
ve artık yaşamıyor nilgün marmara
kapanan gözleriydi durdu
gizli niyetleriyle kalbimiz
sonra daha da sonra hırçınlaştı
adını taşıyan deniz
ve bir bir boğuldu yaşarken
suda balığa benzeyen şairler
terk edilen sevgililer


Ayfer Feriha Nujen

Dünya'ya ,Gitmeye Geldi...

Bilemedi,var oluşunu neye katacağını ya da varlığını neye adayacağını...Serinakşamlar da yaşadı,
o;sonsuz cehennemin derecesi en yüksek ateşinde yanarken...


Günlerden bir başka gündü yine,söylenmeden dönüp durdu ruhu bedeninin içinde.Bütün muslukları
açtı,akıp gitsin diye olan..zaman serinlesin diye..Çekti perdeleri,sokağa açıldı pencereler...Rüzgar
çekti gitti.

Ne zor şeydi,geçmişin deryasına saplanıp savrulmak boşlukta!Ne zor şeydi,hep ilk-ikinci olarak
sayılmak... İşte yaşam,bu denli uzaktı ona..Bir bardak suya ihtiyaç duyacak kadar eski bir özlemdi
ve o zamanlar,yasaktı böyle derin düşünmek..O ki;çağın kabul edemediği doğurgan,hünsa...Yüksekten
düşmüş , kayıtlarda artık müntehir olan...Hasta bir ruh filozofu.Barok sesi KIRILGAN...



"...kimdi o kedi,zamanın

eşyayı örseleyen korkusunda

eğerek kuşlarıyemlerine,

bana ve suçlarıma dolanan?.."



Artık ılık süzülüşün boşuna...Açık ve diri bir mezarsın sen hayatta..Annesinin sesiyle var olan ,fistanı pembe
cocuk...Çok önce değil ,izafiyet! Belki biraz daha evveldi; o ki ,en ince -en küçük ayrıntıda yaşamını büyük bir
gize feda eden, Dünya'ya ,gitmeye gelen...Şimdi ,gözleri mavi çocuk,yeşil bakan bozkır! Seyret bizi çok uzaktan.
Unutmuyoruz biz seni yaşadığımızı sanırken...





AYFER FERİHA NUJEN

neydi acı

Zelda Nilgün Marmara’ya…


beklemek özlemsiz
yıkımını dizayn başlığı altında
neydi düşen üzerimize taştan yumuşak
gölgeden sert
sonsuz acı sonsuz gelişkin bir yara
içinde bakışını usunu durmaların
yeşillerini allarını morlarını beslerken
bulmak ümidiyle yitirdiğimiz
asıl acı en doğurgan olan
belki doğulu sözcüklerdendir
biraz acı


belleklerde susuz kalmış deniz kızı
dna’sı sökük kuş yaşamı
bu kadar uzun sürer mi
maytap gibi patlayan orgazm
ve aynı yerde aşk
bu kadar uzun sürer mi


nesnelerde yaratıldım sanır ben
ölçüsü biçimini gösteren
umarsız birkaç söz derken
tül kül olur düşüncenin ateşinden
soytarı mısralar düşer
kederle ana rahmine benzeyen dilinden


şimdi kaotik normlar
ard arda ihtilal imalı yıkımlar
sırra dönük kanayan
karanlığa açık dudaklar
bir ara durup sorardı sanki
peki neydi acı

neydi aşk

Ayfer Feriha Nujen
(deliler teknesi-2008-ocak-şubat/ankara)

adı yüzüne düşen şiir

Zelda'ya...



iki kuru dalın arasına düşer
hüzünlü buruk
bir yeşil yaprak gibi yüzün

kim bilir daha kaç kez
acını yüzüne taşır
kozada kelebek sabrıyla hüzün

kendi halini yaşarken kendinin
lekesini yüzüne vurur resimlerin
ve beklersin gelsin sesiyle mistizmin

ve istersin sende herkes gibi
dudaklarıyla zamanı uçurumlara itsin
senin işaretinle
yeşilken kırmızıya dönsün
kocaman bir yara gibi
yüzüne benzeyen gövdesi
yalnızca senin
babasızlığını bürünsün


devam eden bir şiir boyunca
en çok ayaklarından utanırsın
ellerin marifetlidir bu hususta
şayet aklını hesaba katmazsan eğer
en çok yüzün
ardındadır kalbinin

çünkü yalnız orada çoğalır
git gide yüzünü kendine benzeten hüzün
hüzün
bu yüzden bu şiirin adı
adı yüzüne düşen şiir


Ayfer Feriha Nujen

kim bilebilir sonun nerede olduğunu

yol boyutsuzluğun işareti
genler ümitsizliğin
dna’sı karartılmış aydınlığa tutsak
elleri boşlukta sallanmaya
kim bilebilir sonun nerede olduğunu
dilsiz ve ama ise yaşamak payında
bizi kurtaracağını sandığımız
tanrı mı
kendi payına düştüğü kadar ahmak
yetersizlik zengini
kendi varlığından yana bunca yoksul
yaşamak payına asal düşen
hep karanlık
aydınlığı yasaklanmış kirli
ve sanıldığı kadar kısa tehlikeli
pimi çekilmiş olan
artık yasal değil
bu intihar yaşamak kadar değil
ama daha kısa arzunun olumundan
daha az ihtimali olmamasından
hayatta ne varsa
ne olmuş ne olacaksa
ne beklenmiş hala ne bekleniyorsa
her neyse ölüm değişmezlerde şimdi
yol boyutsuzluğu aştım sanır
oysa boyutsuzluk kaplamında bütün yollar
genlerin ümitsizliğe düşme korkusu boşa
çünkü korku biraz daha yakın ümitsizliğe
ve çoktan başladı
eller boşlukta sallanmaya
boşluk böyle sonsuz
acı içinde büyüyen sonsuzluk hacminde
yırtıcı bir yeşilken
kim bilebilir sonun nerede olduğunu
bir misal intihar
daha sonra tetik sesi
kendi bile bilmiyorken nereye gittiğini
kim bilebilir sonun nerede olduğunu

Ayfer Feriha Nujen

ölümle örtünmüş cesedi

kısa soluklarımızın ezgisiyle
yas tuttu ölümüne
lav kuyuları gibi seslendi
zamanı yırtan şen kahkahasıyla
en derine
sözden duruk görünürdü böyle
sözden eski bir ağlatıydı belkide
nice susmalardan geçmiş yolu
ölümle örtünmüş cesedi
huzurla seyrediyordu
telaşla kaybolan çocukluğunu



toprağa bakanlara görünüyordu yüzü
kıyısında nicenin beklerken
biliyordu çok daha önceden
anlamayacaktı kimse onu
yaklaşan yaşamın insan kıldığı
milyonlarca yabancı
susmayı ezberliyordu içinden
unutmayı ve kapanmayı
yaradan önce
ölümle örtünmüş cesedi
çok sesli barok dönemi
hep tekrar ederdi
yitirmeyin çocukluğunuzu



Ayfer Feriha Nujen

30 Haziran 2008 Pazartesi

YERLEŞİK YABANCI

Kiminin dikenleri vardır
Katlanamaz üstüne.
Hep dikine durur
Delmemek için gövdesini.

Kiminin yoktur bir tek kemiği,
Doğrulamaz ayaklarının üstünde.
Ona göre varsa yoksa kendisi,
Dürülüdür ütülü bir mendil gibi

Ben eğilmem gündüz ama
Geceleri kanatırım kendimi

Ben bir söz söylediğim zaman,
Kendine küçük bir pıtrak edinir.
Çok sürmez anlar başına geleceği,
Çarşılarda pazarlarda ondan selam kesilir.

Ben birini sevdiğim zaman
Göğünü durmadan genişletir.
Ama herkes rahattır kozasının içinde,
O sevgi artık kimsesizdir.

Ölsem ayıptır, sussam tehlikeli
Çok sevmeli öyleyse, çok söylemeli.



Metin Altıok

ÖLÜMDEN KONUŞACAKTIK

Evet sırasıdır, ölümden konuşacaktık,
İntiharın ebruli ipliğiyle
Bir düğün gecesinde senin
Yakası işlemeli giysinden.
Kapı kapı dolaşıp, etamin ve goblen
Örtüler satan bohçacı ölümden.
Boynuna taktığın eğri taneli
İki sıra inciden konuşacaktık,
Seni ürküten tren sesinden
Ayı gölgeleyen tekinsiz gecede
Karşımıza apansız çıkıveren
O ihtiyar dilenciden.

Gel ölümden söz etmeden önce
Bir şeyler içelim seninle.
Buğulu bir bardağın içinde,
Buzlu ve limonlu votkayla birlikte
Konuşalım ölümden,
Bir samanyolu olsun masamızın üstünde.
Hadi gel konuşalım,
Sulanmış bir taşlığın serinliğinde.
Akşam sefaları içinde,
Bir masa, birkaç sandalye
Ve ikimiz ölümden konuşalım,
Senin ağzında gül, benimkinde menekşe.

Yarına var mısın söyle?
Doğacak çocuğa, çığlığa, ishak kuşuna,
Rüzgarın savurduğu tohuma,
Kavağın pamuğuna var mısın,
Bir ağacın kavına,
Deri değiştirmesine yılanın,
Kozadan çıkan kelebeğe,
Hatmiye, atkestanesine?
Hadi gel öyleyse ölümden konuşalım.
Belki de tümüyle aykırıdır gerçeğe,
Ama ne olursa olsun biz yine
Ölümden konuşalım seninle

Ölüm de vardır yaşadığımız her şeyde.
Bir bardak çatlarsa durduğu yerde,
Bir aşk ansızın biterse,
Ayna kırılırsa yüzünle birlikte,
Zamanıdır konuşmanın ölümden.
Bir çiçek olağanüstü güzellikte
Açıvermişse bir sabah,
Bir topal aksamadan yürümüşse,
Hadi gel ölümden konuşalım;
Yüzünü al basmış hasetçiden
Ve onun elindeki kuru değnek bile
Filizlenir sevgimizden.



Metin Altıok

26 Haziran 2008 Perşembe

Zaman, Yer, Sonra

Ayla örtünüyoruz çağlardır, buğulu camlar ve farklanmış yüzümüzle. Başkaları uygarlıktan söz ediyor, bilmeden her geriye dönüşün belki ulaşılmaz bir ileriye adım olduğunu. Tohumdan korkuyoruz, yeryüzünün ilgisizliği hafif kılıyor bedenlerimizi, bakışımız göğe yönelirken yürekler serin tutuluyor. Sonra her çınlamayla endişe güğümleri omzuma biniyor; toprağın değişmezliği, yapıların kalıcılığı, anaların istemi kadar tehdit edici yükler. Örümcek ağında gizlenen eski yazılar kinin kuşkusunu kusuyor. Yeniden hatırlanıyor bir zamanın beyaz evleri, dudakların uyarısıyla sonu ertelenen aşkın iyicil kucağı açılıyor, öte dünyanın gerçek konutlarında. Çerçeveleri yalnızlıklarımızdan oluşan, kapıları acılardan örülmüş, toz, taş, geçmiş ve şimdiyi saklayan güzellik! Hiç bitmesin diyoruz dingin tavrımız, bir kez seçilmiş uğraşı yaşamdan ayırmamakla. Arınalım, arınalım artık yolsuzluklarından şu densiz yeryüzünün kalık çirkefinden; sevgi yazısıyla!


Nilgün Marmara

Pavor Nocturnus Ya Da Delikli Uykular

Yüzü olmayan bir palyaço, elleriyle olmayan yüzünü örtüyor ve ağlıyor. İçerden ağlıyor ve ölüyor. Zaman yüzünü eskitemez çünkü yüzü yok! Yok yüzlü palyaçonun giysisi olması gerektiği gibi oysa, kabarık yakalar ve renk renk kareli tulumu. Yüzüyorlar, saydam ve ılık suyun içinde, şiddetle. Yukarıdan görülüyor bedenleri yarım, belden aşağıları yok. Hızla kayıyorlar sıvının içinden, adaya vardıklarında kollarıyla tırmanıyorlar kesik bedenlerini yukarı çekerek adamlar... Benle benim aramdaki farkı görebiliyor musun?


Nilgün Marmara

Gizi Kazınmış Aynada Yüzyüze Geldiler.

Pencerede elmas tanecikler ve çevresinde delikler. Göz için. Deli. Çöl faresi. Kum bekçisi. Cımbız gözlü. İğne burunlu. Eskiden bir yıldızmış. Göğünü yitirmiş. Kumda şimdi. Falına bakıyor. Yeniden dönecek mi? Taneleri kimi zaman tek çıksın diye sayıyor. Olmuyor, çift çıkıyor. Bazen 'çift' tutuyor içinden. Bu kez de tek çıkıyor. Bulamıyor gök kuma hangi sayıyla yazılmış. Geceleri iyice umutsuz, renk körü... Çölde her şey birbirine karışıyor. Yakınındaki ev bir canavar, kıpırtısız, tetikte. Penceresinde elmas tanecikleri var, bunun ayrımında. Ardında bir karaltı bazen; izleniyor, bunun da ayrımında. Cımbız gözlerini belli etmeden odaklıyor pencereye doğru, dönüp, dikeliyor. Işıklıysa zaman, maki şemsiyesinin gölgesine sığınıyor. Bulutlu günler saydığı bir yana aktardığı kum taneciklerinden oluşan tepenin üzerine tünüyor. Paranoyak bir fare. Canavardan çok korkuyor. Çöle eklenmiş denize bakıyor geride duran elmas çerçeveyi unutmadan. Her ikisini de anlamıyor. İkiye ayırıyor tek ve çift gibi. Arkadaki canavarın sayısı tek, önünde açılan mavilik çift. Suya varamıyor, ıslanma korkusu var, eve de dokunamaz her gün her gece orada tek başına; pencere; karaltı; canavar... Dehlize iniyor, ürpertiyle kıvrılıyor karanlığa. Çıkarsam, çıkarsam, bakacak aşağılıyarak, anlayışsız, ezercesine, bakacak bana. Denize bakıyormuş gibi yapıyor beni izliyor, saydığım tanecikleri, şemsiyemi, dehlizime inen delikleri... Gözlerime bakıyor. Gözlerimi cımbıza benzetiyor, iğne burunlu diyor bana, deli diyor, kum bekçisi diyor, göğünü yitirmiş bir yıldız diyor bana, kumda fal baktığımı sanıyor, gök haritasındaki yerimi bulmaya çalıştığımı. Renk körüymüşüm, paranoyakmışım, umutsuzmuşum, korkuyormuşum denizden evden ondan. Dehlizimde tetikte beklediğimi düşünüyor, tedirgin olduğumu. Bilmez ki tüyle kaplanmış et ve kanda akışan hayvan erincini. Diş ve tırnak ve kuymk ve kürk ve hız ve kayma ve... Dişlerini gösterecek bir gün, maskesi düşecek diye düşünecek. Hayvan dişlerini. Hayvan güldü. Güldü hayvan oysa, bilemez. Öfke sanacak, saldırıdaki inceliği öfke bilecek, kin kabul edecek tümünü, dişi, tırnağı, kuyruğu, kürkü, hızı, kaymayı. Her gün her gece her an önünü ve ardım düşünüyor. Hiç bir düş kurmadan, yalnızca ön ve art. Art ve ön. Uluma ve dokunma korkusunu yenerse suya dalabilir, yüzebilir, dönüp canavara tırmanabilir. Pencerenin elmas taneciklerinden birine yakın durup bir deliğe yaklaşarak dişlerini gösterebilir. Öç alma duygusuyla yanarak 'Neden büyüdünüz, genleştiniz, yayıldınız, gövdelerinizle, aletlerinizle, anlaklarınızla, aşklarınızla, ağlatılarınızla, güldürülerinizle, yüceliklerle, bayagılıklarla; bu yerküreyi nasıl iyeliğinizin bir yapıtı olarak algılıyor onu altetmeye çalışıyorsunuz? ' sorabilir. Neden ve nasılla, damarlarında akışan hınç dile, dişe gelir o zaman. Benden tiksiniyor. Donanımlı olduğumu sanıyor, kürkümün bir zamanlar olduğunu, sonra yokolduğunu varsayıyor.


Nilgün Marmara

Ancak Yazgıdır Bu

Sen ne getirdin bana çocukluğundan?
şen kahkahalar ulumalar dona kalmalar mı?
Üzüncün senin hangi çağrışımlara uzandı
benim eskil saatlerimde?
geçmişsiz ve geleceksiz suç sevinçleri,
deniz kıpırtılarınca yürek dalgalanmaları?
titreyerek uçurulan köpükten balonlar,
anlık aşkın tasarımlar mı?


nasıl bir ak konutun isteklendiricisi oldun
anılarıma düz baktıran
ah, ben pembe fistanımla kuşanırdım
dantelalı tafta yumuşaklıkla
savaşırdım kovmaya, çifte yetkeyi
hiçlemeye annemi ve uykuyu
öğle sonlarında ürkünç odaların!


diledin mi yanında tümden varolmayı an için
ve bir kaç sonrasında hiç yokmuşçasına
beklememeyi bir şey çevremdekilerin uyumundan başkaca?


yok böyle bir şey yok!
sunduğun sağaltımı kaçkın bir geçmiş,
sayrılık tutsağı bir gelecek duyumu bulanık,
sisi varlığının üzünç kanıtı bir vaktin
şimd'i_
beni bağışlayan sarsan
aşan bizleri mor birliktelik…


Nilgün Marmara

KUŞ KOYSUNLAR YOLUNA

KUŞ KOYSUNLAR YOLUNA

Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu?
Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum,
kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.'.. Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına
aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış
hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına niye kimselerizin vermez yollarıma kuş konmasına?
"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.

BEKLEMEK

BEKLEMEK

taşıl kaygısı kaotik özlem
neydi beklediğimiz ve gelecek olan
salt acı
sonsuz yeşil sonsuz gelişkin bir orman
içinde göllerini nehirlerini çağlayanlarını
gök kuşaklarını yitirdiğimiz kara sözcük
yokluğun dayattığı doğurgan sözcük: acı
bir deniz kızının uçma tutkusu
belleğin unutuş çılgınlıklarında
bilinmeyen organizmalar dönüştürürken
bedenlerimizi duygularımızı ben'imizi
çürüyorduk... kaçış yoktu... çıkış da...

yeşil maytap patlatan sahte mesihin sözleri
yalandı acımasızdı efendilerin belirlediği
ölçtüğü biçtiği yaşattığı kendimiz
umarsız öte benler=nesneler
ağlayın
ağlayın ve kanayın
yok olduğunuz irin zamanında

Nilgün Marmara

İki yaşam, iki kadın, tek bir son



Kendi yaşamına son veren Nilgün Marmara, daha üniversite yıllarında Sylvia Plath'ın yaşamına ve şiirine ilgi duymaya başlamıştı. Marmara'nın Plath üzerine hazırladığı bitirme tezi kitap oldu





80'li yılların yaşantısı, mısraları ve ölümüyle ünlü şairi Nilgün Marmara'nın dördüncü kitabı çıktı. Nilgün Marmara 1987'deki intiharından iki yıl önce verdiği bitirme tezinde, bir başka ünlü şairi, yaşamına kendisi son veren bir başka kadını, Sylvia Plath'ı incelemişti. Boğaziçi Üniversitesi Batı Dillleri ve Edebiyatları bölümündeki bu lisans mezuniyet tezinin danışmanı o zaman Yard. Doç olan Cem Taylan. Dost Körpe tarafından dilimize çevrilen kitabı Everest Yayınları bastı. Kitaptan küçük bir özet sunuyoruz:
Bu tez Sylvia Plath'ın şairliğini intiharıyla birlikte ele alır, yani tarihsel açıdan intiharı bağlamında analiz eder.
(...)
Türün diğer temsilcileri gibi Plath'ın da suçluluk ve kendine acıma duygularına dair kaygıları şiirlerinde de, düzyazılarında da belirgindir. 'Leydi Lazarus' adlı şiirinde, psikolojik zayıflık sergileyen anlatıcıda odaklanması tamamen gizdökümcülük olarak değerlendirilir. Plath kendini, uygarlığın Nazizm'e meyilli niteliklerini taşıyan sadist bir dinleyici kitlesine sahip becerikli ve intihara meyilli bir yaratıcı olarak görür. Şiirin sonunda, toplumla benliğin çifte yok oluşunun yansıması olan derin bir nefret duygusu geliştirerek sert erotik imgeler oluşturduktan sonra, kendine yeniden doğuş vaat eder. Bu yeniden doğuş sayesinde, 'erkekleri' yiyen yamyam bir cadıya dönüşecektir.
Plath şiirlerinde ölüm temasını evrensel bir hedef olarak kullanmayı seçer. Şiirleri acı çekerken yapılan sorgulamalardan, kişisel hayatındaki devasa beyin dalgalarının billurlaşmış bir tür serpintisinden doğmuşlardır. Gizliliğin rahatlığına zıt olarak, kendini ifşaların verdiği rahatsızlığı ifade eder. Ayrıca, Gizdökümcü Şairliğin ayırt edici niteliği sadece kişinin kendi deneyimlerini ifade etmesi değil, aynı zamanda onları tekrar tekrar yaşaması, rahatsızlığı sözcüklerle yeniden oluşturmasıdır. Ama bu yenilgi sayesinde kişisel hayat yüceltilerek, kişisellikten uzak ve dâhice bir sanat eserine dönüşür.
S. Plath çektiği acıyı mısralarıyla yenmeye çalışmışsa da, eserleri doğaçlama yaşanan bu tutkulu hayatın ölüme yenik düşmesinin kanıtıdır. Plath için şiir, dış dünyanın tehdidine katlanma ve izolasyon olasılığını sağlayan bir sığınaktır. Bu izolasyon gerçeklerden kaçış olarak yorumlanabilir, ama Plath'ın şiirlerindeki şeytani yoğunluk bazen okuyucuyu şaşırtır ve Plath'ı hem gizdökümcü türün hem de 20. yüzyıldaki diğer akımların en mükemmel şairlerinden biri olarak kategorize etmeye iter. Plath, ideolojik kaygıları Lowell ve Ginsberg'in bazı şiirlerinde olduğu gibi doğrudan ön plana çıkarmasa da, insanlığın belirli tarihlerde aldığı yaralara karşı direnişini hissedebiliriz.
(...)
Sanatçının yaratma olgunluğuna erişebilmek için geçtiği hazırlık süreçleri her ne olurlarsa olsunlar uzun bir ıstırap prosedürüdürler ve bu ıstırap, sanatçıyı kolayca deliliğin, hatta intiharın eşiğine getirebilecek bir düşünceler bütününü teşkil eder.
Sanatçının bir insan olarak çektiği ıstırap benlik öğesini içerir; varlığının bütününün istikrarına ve değerine, dünyayla ilişkilerine dair bir kaygıdır. Bu ıstırabın sonucunda sanat eseri, izolasyonla ve dünyaya belirli bir tarzda tepki verip orada belirli bir tarzda eyleme geçmenin geliştirilmesiyle yoğrulur. Bazı sanatçılar verdikleri tepkiyi aşırılaştırıp, ıstırap verici bir şekilde kendi benliklerinden yoksun oldukları hissine kapılarak dünyada eylemlerde bulunmaktan vazgeçerler. Bu yokluklarda, incinebilir benliğin çeşitli ölümleri bir tür eşsiz, keskin ve somut ölüme, dolayısıyla intihara dönüşecektir. Freud'a göre, intiharda yaşam ilkesi ölüm ilkesi tarafından iptal edilir. Ölüm içgüdüsü; sadizmin, mazoşizmin ve benliğin tüm şiddete yönelik niteliklerinin tohumudur. İntikam, kin, düzeni bozmak, "diğerini" öldürmek, intihar eylemini içeren temel öğelerdir. Ama bu ölüm içgüdüsü bu kadar etkiliyse, intihar oranlarının neden bu kadar düşük olduğu sorulabilir. Belki kendini yok etmek de bir kendini koruma girişimi, sevgi görmek için atılan bir çığlık, mutlu yaşama olasılığının aranışıdır.
(...)
Kadınların şiirlerindeki ortak nitelikler dikkatimizi çeker çünkü kullandıkları temalar birbirine benzer; ölüm, aşk, canlı olmanın ayrıntıları, küçük hisler, insan zihniyle dışsal gerçeklik arasındaki ilişkinin kadınsı bir duyarlılıkla ele alınışı. Yukarıdaki temaların kadınların şiirlerinde işleniş tarzlarını analiz ettiğimizde, hepsinin de bu temaları zaman ve mekânı özel bir şekilde algılamak için manipüle ettiklerini görürüz.
(...)
Bir karşılaştırma yapmak için, Dickinson'la Plath'ı ele alalım; çünkü bu her iki kadının şiirlerinde de ağabey/baba/koca/sevgili ilişkileri önemlidir. Taklit ve yansıma evreninde o iki kadın şairi hızlandıran itici güçlerdir. Plath'ın ölüme olan saplantısı Dickinson'ınkiyle ve hatta bazen Bradstreet'inkiyle ilişkilendirilebilir. Onlara göre ölüme dair bu bakış açısı zirvede bir yaşam deneyimiyle, belki de erotizmle tanımlanabilir. Dickinson da, Plath da bu gotik geleneği öyle aşırı bir şekilde yüceltirler ki, 'kişiliklerini' ölüm kavramının gereklilikleri ve zorunlulukları üstüne kurarlar. Ölümden sakınma çabasıyla buna zıt bir şekilde ölümün arzulanması, onlara alaycı bir yaşam deneyimi bilgisi sunar ve oldukça yeni bir kadın imgesi oluşturmayı başaran kendi başkahramanlarına dönüşürler. Toplumda pasif insanlar olmak yerine, şiir sayesinde kendilerinin bilincine vararak, onları hem kendini kabullenmeye hem de aynı zamanda değişmeye zorlayan 'gerçekliği' algılar ve yorumlarlar.
(...)
Plath'ın başat bir erkek figürünü hep özlemesi üzücüdür; bunun sebebi belki de babasız olması ve annesi tarafından büyütülmesidir. Kendini gerçekten androjen hissedebilse ya da böyle olduğuna ikna olabilse, belki de "hayata ve ölüme soğuk bir gözle" bakabilirdi.
Her ne kadar şiirlerinde kadınların kaderini modern uygarlığın kaderiyle kusursuzca birleştirse de, bunu kabullenmenin dehşetini algılayamaz ve S. de Beauvoir'ın "Erkeğin asıl zaferi, kadının onu kendi kaderi olarak kabullenişidir" sözüyle belirttiği gerçeği aşmaya çalışmaz.
(...)
"Öykü yazma tutkusu, hayatının en bariz yüküydü. Profesyonel olarak büyük bir başarı kazanmak, zor bir mesleğin erbabı olmak ve gerçek dünyayı ciddi bir şekilde araştırmak istiyordu..." der Ted Hughes, Plath'ın şiiri asıl ciddi iş olan düzyazıdan bir kaçış olarak gördüğü için düzyazı yazabilmeyi şiddetle arzulaması hakkında.
Plath düzyazı yazarken karşılaştığı engelleri ifade eder: "...Hayat neredeydi? Dağılıyor, yok oluyordu ve hayatım tartıldığında eksik çıkıyordu, çünkü hazırlanmış bir roman kurgusuna sahip değildi, çünkü daktilonun başına oturup yoğun ve büyüleyici bir romanı sadece dehayla ve irade gücüyle bir ayda yazmayı başaramıyordum. Nereden, nasıl, neyle ve ne için başlayacaktım? Hayatımda yirmi sayfalık bir öyküye bile yetecek bir olay yok gibiydi. Felç olmuş halde oturuyordum, dünyada konuşacak kimsem olmadığını hissederek, insanlıktan tamamen uzakta, kendi eserim olan bir vakumun içinde: Kendimi giderek daha kötü hissediyordum. Ancak yazar olmak beni mutlu edebilirdi ve yazar olamıyordum. Oturup tek cümle bile yazamıyordum. Korkudan kaskatı kesilmiştim..."
(...)
Plath sıkıcı bir hayat sürse belki yaşam sürecini uzatabilirdi, ama bunu yapamadı çünkü hayatının kapısını şiirinki gibi kapamayı yeğledi, hızlı ve manikçe, itiraz edilemez bir kesinlikle.

SYLVIA PLATH'IN ŞAİRLİĞİNİN İNTİHARI BAĞLAMINDA ANALİZİ
Nilgün Marmara

TOZ-DEM




Kısacıktı
karşı yolculuklarımız kara
ve deniz üzerinde-


Şafağın bodrumuna inerken sen,
Hançerin ivmesiyle yükselirdim
dul pencerelere.


Azıcıktı
köpük boz
denizde ve karada
Koyu bir saatin içinden
çıkılamadı
bir an yine de!

Belki gülden
kalma bir iz yanağındaki,
Eski sabahın sarı gülünden
üzerine deli gözünü bıraktığın...


Öldüğünde,
çekmecemde duran bu göz,
incelikle çıkarılacak,
bir jiletin enginliğine,
Çözülecek gizi
O çarpık retinanın, ağ tabakanın...



Nilgün Marmara

KUŞUM VE BEN


Kuşum ve ben bir aynada
uyuyoruz, kafesimiz yatağımız
yüzlerimiz eşlerine baka baka
sonsuz kar altında uyuyoruz
kuşum ve ben.
Eşim ve ben kızıl bir bağla
bağlıyız birbirimize
Çözülürse yoksulluk sevinir

Aynamızın içinde tek bu bağ...
Kızıl kıskanç eşim kuşum ve ben...

Nilgün MARMARA

KAN ATLASI


                                                Emel'e
"Ben babamın yuvarladığı
çığın altında kaldım."



Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk
her gün her gece eğer adasında,
Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar
sarmış bedenini çığlıklarken bunu
su içinde...

Karada, hançer suratlı abinin rüzgarında
uçar adımları.
Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu
İçinden karanlık, tekrar ve ilenç
sızdıran hayret taşında.
Soruyor hatırasında, "sırtımda ve
sırtında gezinen bu ürperti kim,
bir damla süt yerine bu ağu kim?"
ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara
-boy atmış da salgıları,
cücelmiş sezgileri-
bir yanılgı rehavetinde debelenenlere...


Ey, yüzleri
bir babakuş gölgesine
çakılmış olanlar,
Üzgün adım, ileri marş!




Aralık, 86

Nilgün MARMARA

DÜŞÜ NE BİLİYORUM


Kimdi o kedi, zamanın
eşyayı örseleyen korkusunda
eğerek kuşları yemlerine,
bana ve suçlarıma dolanan?

Gök kaçınca üzerimizden ve
yıldız dengi çözüldüğünde
neydi yaklaşan
yanan yatağından aslanlar geçirmiş
ve gömütünün kapağı hep açık olana?

Yedi tül ardında yazgı uşağı,
görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o
ve bağlanmıştır körler
örümcek salyası kablolarla birbirine
sevişirken,
iskeletin sevincini aklın yangınına
döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.

Yine de, zaman kedisi
pençesi ensemde, üzünç kemiğimden
çekerken beni kendi göğüne,
bir kahkaha bölüyor dokusunu

düşler marketinin,

uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben!



Nilgün MARMARA

TOMORROW WILL BE ANOTHER DAY


  -sevim'e-


Belki ona gideriz yarın,
Belleksiz sevgiliye,
Poplin elli korkak çocuğa,
Duyarlığı, unutkanlığının kanı
anaya-
Ona belki gideriz yarın,
Gören gözlü kör güzele,
Çılgın gülüşlü bebeğe,
Yüreği, sızlanan ruhunun göğü
yavrucağa-
Yarın gideriz belki ona,
Unutuşun türküsü, bekleyiş
tortusunda,
Esnek kokulu çiçeğe,
Kaynak bakışlı Venüs'e-

Ya nasıl dönüş sonra?


Nilgün Marmara

CANIM SIKINTI SINIRI


Aydınlıkta köhneliği belirginleşen ve kentte ve konutta hiçbir şey neyse ben oyum. Öylesine
bağsız ve yeğniyim ki bu hafifliğin şiddetinin bedelini bir gün öderim diye düşünüyorum.
Sanki varoluş beni cezalandırmak ister gibi; yoğunluğundan bana düşen payını benden geri
alarak bu yoğunluğa, olur olmadık herkese ve her şeye fazlasıyla katlayarak sunuyor.
Ülkem yok, cinsim yok, soyum yok, ırkım yok; ve bunlara mal ettirici biricik güç, inancım
yok. Hiçlik tanrısının kayrasıyla kutsanmış ben yalnızca buna inanabilirim, ben. Yere göğe
zamana denize kayalara ve kuşlara da dokunan aynı tanrı değil mi? Bu kutla tanrının
yönetkenliğinde, olmayan ellerimle bir yok-tanrı'yı tutuyor ve ölçüyorum yokluğun ağırlığını.
Kefe'lerinden birine onun oylumu pekâlâ sığıyor, diğerine duygular, duyumlar ve düşünceler
yığılıyor, işte yetkin eşitlik...her gün her gece bu eşitliğin bilgisiyle geçiyor. Bir eskiciden
satın alınmış bu teraziyi birgün başka bir eskiciye vereceğim, o gün, tozanlarım her bir yana
dağılıp toprağın suyun ölümsüzlüğüne eklemlenecekler ve ben özgürleşeceğim.


Nilgün MARMARA


BANA DOĞRU GELEN KİM

"BANA DOĞRU GELEN KİM?"YA DA
ŞİMDİKİ ZAMANDA
BİR MOBİL, BİRİNCİ TEKİL ŞAHIS

Dökülmüş bedenim kimyasına pirincin, yokedilerek kalsiyumun büyüsü yazgım belirlenmiş.
Her an, hoş geldin diyorum bana doğru gelene, dalgalanan duygularımla. Sarkıyorum
tavandan (bir tavan varmışçasına) yeryüzünün (varolduğunu umarak) renklerini bilmeme
karşın - lal rengi, çivit mavisi ve sarı - ve onların yalanlamalarını - tutku, dinginlik ve ölüm -
kendimle işaretliyorum yanı, yöreyi - bir aşağı bir yukarı, bir yukarı bir aşağı, sağ sol, sağ sol.
Yönlerin bulanıklığında bir sorumluluk bu! Uluma geri tepiliyor böylece, bana doğru gelene
karşı! Bir iskeletler zinciri tutuyor beni havada, uzay konusunda bir unutkanlık yüklemeye ve
devindiğim cılız önlemleri yıkmaya çalışarak. Soğukkanlı bir çaba! Ben, kusursuz bir porte
olmayı yeğlerdim, oysa. İşte şuracıkta, özlüyorum sol anahtarımı ve notalarımı. Umursamam,
nereye dağılırlarsa dağılsınlar, daha sonra...

Şimdilik, hava akımının istencine boyun eğmişim, sinekler ırzına geçerken uzantılarımın,
sürdürüyorum dansımı bu dikey tabut içre, günden geceye, geceden güne, ben tümünü ezip
geçinceye ve "Bana doğru giden kim?" in yatay bilgisine ulaşıncaya dek!


Nilgün MARMARA

-bedenim mezarımdır benim!


soluyor saçların
içine dönüyor gözlerin
unutuyorsun kendini
sesini kusuyorsun boşluğa
sonra sessizce diyorsun ki

-bedenim mezarımdır benim!



damlıyor işeret parmağın
hava sızıyor içine
içiyor seni yeryüzü
hiç'e sürüyorsun kendini
sonra sessizce diyorsun ki

-bedenim mezarımdır benim!


alnın akıyor yüzüne
sesinde biteyen bir savaş
vuruyorsun kendini
az kan kaybederek ölüyor gölgen
sonra sessizce diyorsun ki

-bedenim mezarımdır benim!

Ayfer Feriha Nujen
hayat isimli Üye şuanda  online konumundadır

cinnettin kısa mesnevisi

yaklaşıyor intiharım
dokunma
o çoğalan cinnettir
şimdi tek başına ünlem(!)
birinin alnında çekirdek
birinin ruhunda yara
yan-kıyan tetik sesi(!)
bak bu da ünlem(!)
artıyorsa karanfil satışları
ölümle beraber artacak keder
babalar da üzülecek evet
ama giden geri dönmeyecek
elleri ipin arasında
boynu paramparça
ünlem
cinnettin kısa mesnevisi
Ayfer Feriha Nujen